duble by-pass

pipeline3 nisan 2007 günü avrupa birliğinin enerji bakanı konumundaki komisyon üyesi bay Andris Piebalgs ve beş avrupa ülkesi hırvatistanın başkenti zagrebde bir anlaşma imzaladılar. imzacı ülkeler romanya, sırbistan, slovenya, hırvatistan ve italya idi.

imzalanan anlaşmaya göre romanyanın constanta (biz köstence olarak biliriz) limanını italyanın trieste limanına bağlayan bir petrol boru hattı inşa edilecek. projenin adı şu “The Pan-European Oil Pipeline“. burada

yılda 100 milyon ton (~2 milyon varil/gün) ham petrol taşıyacak olan 1,300 km uzunluğundaki boru hattı 2.6 milyar euroya malolacak. hattın 2012 yılında devreye girmesi bekleniyor. hattın triestede sonlanıyor olması oradan tankerlere yükleme yapılacağı anlamına gelmiyor. ama herhalde bir alternatif olarak kalacaktır. asıl sebep triesteden almanya, çek cumhuriyeti gibi orta ve kuzey avrupa ülkelerine uzanan boru hatları.

bu anlaşmanın imzalanmasıyla son bir ayda türkiyeyi enerji iletim yolları açısından bypass eden gelişmelerin sayısı ikiye çıkmış oldu. bu birilerinin kurdukları pembe hayallerin suya düşmesi anlamına geliyor.

ancak her nedense “köstence-trieste” boru hattı konusu bizde pek yankı uyandırmadı. çok enteresan. zira Burgas (burgaz/bulgaristan) – Alexandroupolis (dedeağaç/yunanistan) hattı çok ilgi yaratmış bir çok yorum medyada yer bulmuştu. doğal olarak planlanan samsun-ceyhan  petrol boru hattı konusu gündeme gelmiş ve başbakanın damadının genel müdürlüğüne atandığı bir firmaya hattın yapımının verilmesi eleştiri konusu olmuştu. belki bu konunun tekrar gündeme gelip iktidarı rahatsız etme ihtimali nedeniyle  “köstence-trieste” hattı medya tarafından fazla kurcalanmamıştır.

şimdi samsun-ceyhan hattının tabutuna son çivide çakılmış oluyor. ta ki bir zamanlar sözü edilen, bu hattın israil e bağlanması projesi gerçekleşsin. bence zayıf bir ihtimal. israil ile yılan hikayesine dönen manavgat suyu projesi bile bitirilemedi.

geçtiğimiz ay içinde “burgaz-dedeağaç” hattı olayı hakkında türk medyasında okuduğum ve dinlediğim yorumları yetersiz ve eksik buldum. yorumlar ağırlıklı olarak rusyanın enerji alanındaki doğal avantajlarını yakın çevresindeki ülkeler üzerinde amansız bir nüfuz tesis etme amacıyla kullandığı iddiasına odaklanmıştı. bu iddia ile ilişkili olarak BTC boru hattının çalışmaya başlamasından çok rahatsız olan rusyanın artık dahada agresif hareket ettiği dile getirildi. bugün yoldan geçen herhangi birisini çevirip sorsanız size aynı şeyleri söyler öylesine çiğnene çiğnene sakız oldu.

halbuki açık kaynaklarda yeralan enformasyon alıcı gözüyle incelense çok şey ayan beyan ortada. bakınız AB komisyon üyesi Andris Piebalgs 15 martta imzalanan “burgaz-dedeağaç” hattı anlaşması münasebetiyle neler söylemiş.

“Energy Commissioner Andris Piebalgs welcomed today the signature of an agreement between Russia, Greece and Bulgaria on the construction of the Burgas-Alexandroupolis pipeline.”

yani AB bu işten son derece memnun ve işin arkasında duruyor. zaten açıklamanın devamında

“Burgas-Alexandroupolis oil pipeline was considered by the Commission as a Project of pan-European Interest in the INOGATE program which identifies strategic routes for hydrocarbons.”

cümleleri yer alıyor.

yani açıkça AB bu hattı avrupanın ortak çıkarları açısından stratejik önemi haiz bir proje olarak gördüğünü ilan ediyor. pekala şimdi bakalım “köstence-trieste” anlaşmasının ardından AB neler söylemiş.

this pipeline links the Black Sea directly into the continental EU pipeline system. pipelines from Trieste head north to Austria, Germany and the Czech Republic. In that respect, it is of great strategic importance to the European Union.”

açıkça ortada olan durum şudur. AB, türkiyenin by-pass edilmesi operasyonunun planlayıcısı ve uygulayıcısıdır. fakat AB nin türkiyeye ihtiyacı vardır ve ilişkilerin kafasını gözünü kırmak istemez. bu nedenle türkiye yi incitebilecek girişimlerini itiraz edilemeyecek mazeretlerle destekleyerek hatta bunların türkiye nin iyiliği için yapıldığı izlenimini verecek şekilde ifade etmektedir. bu taktiğin ingilizcede bir adı bile vardır. “sugarcoating” derler. acı bir ilacın şekerle kaplanarak yutturulması gibilerinden. bakın bu nasıl yapılıyor.

The so called “Pan-European Oil Pipeline” would significantly reduce the chances of a serious accident in the Bosphurus Straits, the Black, Aegean and Adriatic Seas”

“In the oil sector, increasing international concern is being expressed over the threat of maritime accidents and the ensuing significant environmental damage caused by the resulting oil spills.”

yani artan deniz trafiğinin yarattığı kaza ihtimali ve sonucunda petrolün çevreye verebileceği zararlar vs vs. önlenmiş olacak. aslında burada verilen ince bir diplomatik mesajda var sanırım. biliyorsunuz türkiye on yıllardır boğazlardan geçen gemi trafiğinin istanbul için büyük bir tehlike oluşturduğu tezini işleyip duruyordu. al bakalım işte diyorlar nazikçe.

türkiyenin boğazlardan geçen tanker tarafiğine karşı ileri sürdüğü itirazların gerisinde bence başka bir hesap yatıyor. montreux anlaşması gereği boğazlardan geçecek ticari gemi trafiğine türkiyenin bir müdahalesi olamıyor. ayrıca herhangi bir şekilde ücret talebide bahismevzuu değil. kısacası boğazlardan geçen mal akışı üzerinde kontrolü yok.

belli ki bu durumdan rahatsız olan ve değiştirmek isteyen bazı aklıevveller iki başlı bir politika çizmişler. bunlardan biri açık. son yıllarda tüm dünyanın iyice hassas olduğu çevreye yönelik tehditler, çevrenin korunması vs seslendirilecek. ikincisi, üstü örtülü bir şekilde tanker trafiği çıkarılacak zorluklarla bezdirilecek. beklenen sonuç, boğazlardan geçen petrol akışını yine türk topraklarından geçecek boru hatlarına kaydırmak. bu yapılabilirse bir taşla iki kuş vurulmuş olacak.

1-bu işten para kazanılacak (hele eş dost kazanırsa dahada ballı olur)
2-avrupaya giden enerji can damarının vanası türkiyenin eline geçecek. 

birinci madde için fazla söylenecek bir şey yok. ama türkiye tek başına AB nin enerji girişlerine önemli ölçüde hükmetmeye başlarsa bunun büyük politik sonuçları olur. mesela bunların birini ben söyleyeyim. AB nin türkiyenin üyeliğini ebediyen ertelemesi zorlaşır.

pekala AB ve rusyanın bu tuzağa düşecek kadar saf olmaları beklenebilirmi. tam tersine böyle bir beklenti içinde olacaklar saf olabilirler ancak. sen hem kalk gençlerini adamların öğretim kurumlarına gönder uluslararası politika, strateji vs öğrensinler diye. sonra öğrendiklerini yarım yamalak onlara karşı uygulamaya teşebbüs et. sonuç böyle olur.

BTC boru hattının çalışmaya başlaması türkiyedeki politika belirleyicilerinin başını döndürmüş olmalı. bunu sürdürdükleri politikanın başarıya ulaşması şeklinde yanlış değerlendirmiş olabilirler. ama BTC nin bitirilebilmiş olmasının ana sebebi ABD nin hazar denizi bölgesi için yaptığı planlardı.

BTC hattının kapasitesi 50 milyon ton/yıl, yaklaşık olarak bunu 1 milyon varil/gün olarak alabilirsiniz. hattan gemiye ilk yükleme 2006 haziran başında yapılmıştı. birkaç gün evvel nisan başında 100 milyonuncu varilin yüklendiği müjdelendi. yani 10 ayda 100,000,000 varil. tam kapasite 300 günde 300,000,000 varil olduğuna göre henüz BTC %30 ile çalışıyor.

görüldüğü şekilde ortada yeterinden fazla taşıma kapasitesi mevcut. ülkenin parasal kaynakları gereksiz yere çar çur edilmemelidir.

eurofighter ne olacak ?

fighterhiç ummadığınız bir ortamda çok şaşırtıcı bir bilgiyle karşı karşıya kalabiliyorsunuz bazen. işte geçtiğimiz cumartesi günü ben de böyle bir durumla karşılaştım. BBC de yayınlanan mastermind  bilgi yarışması programında sunucu john humphfrys ile yarışmacı steve farrington arasında geçen kısa sohbette yapılan önemli bir açıklamaya şahit oldum. önce bilmeyen okurlar için bir açıklama yapayım. mastermind bilgi yarışması  BBC de otuz küsur yıldır yayınlanıyor. “türkiye nin başkenti neresidir” gibi suallerin sorulduğu bizim bilgi yarışmalarına pek benzemez. iyi korunan bir ciddiyeti ve prestiji vardır.

bildiğiniz gibi eurofighter, airbus ın sivil havacılıkta yaptığını askeri havacılıkta yapması amacıyla öngörülmüş bir savaş aracı..bir ara türk hava kuvvetlerinede satılması gündeme gelen eurofighter savaş uçaklarının büyük bir hayal kırıklığı olduğu belirtildi.

sunucu humphfrys BBC nin tecrübeli bir habercisi ve sunucusu, yukarda adı geçen yarışmacı ise uçak bakım ve kullanım kılavuzları yazan bir profesyonel yazar.

anlaşıldığına göre eurofighter bir savaşta uçaklardan beklenebilecek her görevi üstlenebilecek şekilde tasarlanmış. ingilizcede şöyle bir söz vardır “jack of all trades, master of none” şeklinde. galiba bu uçağa pek uygun. pek çok işi yapmaya kalkışıp hiç birinde mükemmele erişememek gibi.

biliyorsunuz savaş uçakları öncelikli görevlerine göre tasarlanıyor. mesela “F” prefiks taşıyanlar hava savaşlarına yatkın, “A” prefiks taşıyanlar yer hedeflerine saldırı amaçlı, “B” bombardıman amaçlı vs.gibi ayrılıyorlar. bazende “multi-role” özellik taşıyabiliyorlar “F/A” gibi.

konu şöyle özetlendi “bu uçak uçabiliyor ve gürültü çıkarabiliyor”

porsche volkswagen i satın alıyor

merger

toplasan toplasan bir yılda 100,000 adedin altında otomobil satan bir firma dünyanın dört bir köşesine 6 milyon oto satan bir dev i satın almaya kalkarsa buna ne denir. ya yıllık €6 milyar cirosuyla, iştirakleriyle birlikte toplam satışları €150 milyar olan bir grubun kontrolunu sadece €5 milyar ödeyerek ele geçirmek üzere üzereyse.

financial times a göre ders kitaplarına konu olacak bir gelişme bu.

bu işler Porsche nin CEO su Wendelin Wiedeking (€25 milyon maaşı avrupanın en yükseği imiş) ve Porsche nin sahibi Ferdinand Piëch (Porsche nin kontrol hisselerini elinde tutan  kişi ve aynı zamanda VW nin yönetim kurulu başkanı) in başlarının altından çıkıyor galiba.

Ferdinand Piëch Porsche nin kurucusu Ferdinand Porsche nin torunu. biliyorsunuz Ferdinand Porsche Hitlerin emriyle VW kaplumbağa modelinin tasarımını yapmıştı 1937 yılında.

bunlar kafayı yemiş denir herhalde. ama iş hesaba kitaba vurulduğunda hiçte öyle değilmiş gibi görünüyor. alıcı adayı Porsche geçen yıl 2 milyar euro kar yapmış ki bu neredeyse VW nin karına eşit.

Porsche avrupanın en büyük otomobil imalatçısının kontrolunu ele geçirmek için geçen yıldan beri çalışıyor. VW hisselerinin %27.3 sini toplamışlar. şayet bu yüzdeyi %30 a çıkarırlarsa alman ticaret kanunlarına göre şirketin kontrol hisselerini almak için harekete geçmeye mecbur oluyorlar. geçen gün Porsche kararını vermiş anlaşıldığına göre.

hisse oranı %31 e çıkıyor ve kanuna göre kontrol hisseleri için teklif yapmak zorundalar. yapacakları teklifin €35 milyar olacağı tahmin ediliyor. ancak bu teklifin kanunun koyduğu en alt sınır olduğu biliniyor. yani hisselerin son 3 ay değerlerinin ağırlıklı ortalaması. bu teklifin kabul görmesinin çok zor olduğu söyleniyor  zira cuma kapanışının %14 altında bir teklif bu. fakat teklif reddedilirse Porsche zorunluluktan kurtuluyor. istediği kadar hisseyi istediği zaman satın alma şansına sahip oluyor. bu sabah VW hisseleri %5 değer kaybetmiş durumdaydı.

Porsche nin VW nin tüm hisselerini almaya teşebbüs etmeyeceği söyleniyor.

ilgi alanınıza giriyorsa tavsiyem konuyla ilgili haber ve analizleri FT de okumanız.

üreme devrimi

döllenmiş yumurta

işte batı ülkelerinde 30 yaşlarına gelmiş ve henüz çocuk sahibi olmamış kadınların kafa karışıklığına sebeb olan sual.

bu yaşlarda hamile kalmayan kadınların yumurtalarının daha ilerki yıllarda döllenebilirliğinin azalmasıyla çocuk sahibi olma şansları kalmayabiliyor. böyle bir durumda ise yıllarca sürebilecek zor tedavi yollarına başvuruluyor. bu tür bir tedavinin sonucunun başarılı olacağınında bir garantisi yok.

bu kadınların hamile kalabilme şanslarını ilerki on yıllara güvenle taşımalarına imkan verecek bir teknik, hızla geliştiriliyor. bu teknikte,  “ovum” adı verilen dişi üreme hücresi yani yumurta dondurularak saklanıyor. sonra kadın zamanı geldiğini düşündüğünde mesela uygun eşi bulduğuna kanaat getirdiğinde veya meslek yaşamına bir ara verebileceğini düşündüğünde buzdolabındaki yumurtalarının buzunu çözüyor ve standart IVF (halk arasında tüp-bebek denen-in vitro fertilization yani vücudun dışında döllenme) teknikleri kullanarak hamile kalabiliyor.

buraya kadar herşey güzel ama henüz bu teknik tüm uzmanlar tarafından sağlıklı kadınlara hararetle tavsiye edilmiyor. tekniğin henüz yeterli olgunlığa erişmediği ve şu anda sadece tıbbi yönden mutlaka gerekli durumlarda uygulanmasını öneriyorlar. mesela kanser tedavisi yapılacak kadınlar gibi. çünkü bu tür tedaviler kadınlarda yumurtalıkları çalışamaz hale getiriyor.

bu tekniğin savunucuları 30 lu yaşlarda dondurulmuş yumurtasını kullanan 40 lı yaşlardaki bir kadının hamile kalması şansının 40 lı yaşlardaki yumurtası ile hamile kalması şansından daha yüksek olduğunu iddia ediyorlar. öte yandan karşıtları  6-7 yıl sonra buzluktan çıkarılan yumurtanın netice vermemesinin  kadın için psikolojik bir darbe olacağını söylüyor. diğer bir mahzur ise bu tekniğin verdiği güven sonucunda kadınların üreme açısından en güçlü oldukları dönemde hamile kalmak için fırsat yaratmaktan riske girerek kaçınmaları.

bu ve benzeri tartışmalar sürerken diğer taraftan 10,000$ parayı bastırabilen hanımlar yumurtalarını buzluğa koyduruyorlar. mesleki bir kuruluş olan “amerikan üreme tıbbı cemiyeti” nin bu tekniğin henüz deneysel bir teknik olduğu ve bu nedenle her hastaya teklif edilmemesi gerektiği şeklindeki tavsiyesine rağmen pek çok klinik el altından hastalarına bu seçeneği sunuyormuş.

bir kliniğin açıkladığına göre geçtiğimiz yıl bu yoldan 7 bebek dünyaya gelmiş. resmi kayıt bulunmamasına rağmen üreme uzmanlarının ifadelerine göre dünyada binlerce kadın her ihtimale karşı yumurtalarını donduruyor.

önceden dondurulmuş yumurtalardan ilk bebek doğumları 1980 li yılların sonlarına doğru görülmüş. ama o yıllarda oldukça yüksek başarısızlık oranları ve dondurma işleminin kromozomları bozarak sakatlıklara neden olabileceği endişeleri bu tekniğin fazla itibar görmemesine yol açmış. 1990 lı yılların başında avustralyada yürütülen çalışmalarda “yavaş-dondurma” metoduyla dondurulmuş yumurtalardan canlı kalanların hücre yapısının ve kromozomlarının bozulmaya uğramadığı tesbit edildi. ancak ne yazıkki sağ çıkan yumurta sayısı düşüktü.

araştırmacı debra gook bu durumu yumurtaların vücuttaki en büyük hücre olduğu ve içindeki çok miktardaki suyun donarken meydana getirdiği buz kristallerinin hücreleri deldiği şeklinde izah ediyor. “yavaş-dondurma” metodunda gerçekleştirilen ayarlamalarla sağ kalma oranları %80 e kadar varmış. ama buna rağmen rahme yerleştirme safhası öncesinde kaybedilen embrio miktarı normal (taze yumurta) IVF tekniklerine göre yüksek.

geliştirilen daha yeni bir teknik “vitrification/camlaştırma” adını alıyor. bu teknikte yumurta o kadar hızlı soğutuluyorki bünyesindeki su donarken kristal oluşumuna zaman kalmıyor. bu metotla daha başarılı sonuçlar elde edilebiliyor.

metotların geliştirilmesi için yürütülen çalışmalara paralel olarak bazı uzmanlarda uygulamaların sonuçlarıyla ilgileniyor. henüz dondurulmuş yumurtalardan doğan bebek sayısı yüzlerle ifade edildiğinden potansiyel riskleri tam olarak tesbit etmek mümkün olamıyor. şu anda uzmanları alarma sevkedecek bir durum gözlenmiyorsada dikkatli bir takip gerekiyor.

bu arada uzmanların endişe duymasına sebep olan bir konu tekniği uygulayan bazı doktorların başarı ihtimalini arttırmak için donmuş yumurtalardan döllenmiş birden fazla embrioyu rahme yerleştirebilecek olmaları. bu  şekilde oluşabilecek çoklu gebeliklerin tehlikesine dikkat çekiliyor.

küçük olmakla beraber bir başka tehlike ise “ovarian hyperstimulation syndrome“. bu dondurulacak yumurtaların elde edilebilmesi için yapılan hormon enjeksiyonlarının yol açtığı ölümcül olabilecek bir komplikasyon. fakat bu normal “tüp bebek” prosedürlerindede karşılaşılabilecek bir durum.  her yıl amerikada 100,000 civarında IVF işlemi yapılmasına rağmen bu riskin düzeyi tam olarak bilinmiyor.

yumurta-dondurma tekniğinin neden tüm dünyada daha hızla yaygınlaşmadığı sorusuna bir bio-tıp etiği uzmanı bunun temel nedeninin güvenlik riski olmadığı cevabını veriyor. ona göre sağlıklı bir kadının kendi üremesini kendi elinde tutmasını insanları korkutuyor. benzeri bir toplumsal korkunun doğum kontrol hapının ilk tanıtımındada yaşandığını, kadınların hamilelik tehdidinden kurtulmasının toplumun ahlak altyapısını çökerteceğinin iddia edildiğini hatırlatıyor.

new scientist dergisinin 21mart2007 tarihli sayısından alınmıştır.

ortadoğuda bir ağırlığımız varmı ?

kurdstürkiye kuzey irakta kerkük şehrinin kürt bölgesine dahil edilmesine şiddetle karşı çıkıyor. hatta yıl sonuna doğru yapılması planlanmış olan referandumun ertelenmesini istiyor. ertelenirse ne kazanılacak anlamış değilim.

bugün ıraktan ayrılıp BM deki yeni görevine gidecek olan eski ABD ırak büyükelçisi zalmay khalilzad ı barzani ye yaptığı ziyaret münasebetiyle TV de izledim. açıkça referandum zamanında yapılmalı aksi halde çok kötü şeyler olur dedi. öyle görünüyorki bir sürpriz olmazsa karşı olduğumuzu tüm dünyaya ilan edip sonra sineye çektiğimiz oldu bittilere bir adet daha eklenecek bu yıl içinde kerkükte.

türkiye neden  kerküke özel bir ilgi gösteriyor sorusunun cevabını çoğumuz biliyoruz. hükümet erkanı bu konu açılınca lafa hemen şehrin tarihinde her zaman türkmen, kürt ve arapların birlikte yaşadıklarını dolayısıyla ıraklıların ortak malı olma özelliğinin sürdürülmesi gerektiğini dile getiriyorlar. ama asıl nedenin şehrin merkezinde bulunduğu bölgenin zengin petrol rezervleri üzerinde yer alması olduğunu herkez pekala biliyor. şayet ırak kürtleri bu bölgenin kontrolunu tek başlarına ele geçirecek olurlarsa petrolden gelecek büyük parasal kaynaklar kısa bir sürede kuzey ırak bölgesini çok cazip hale getirecek ve bu türkiyedeki bölücülük cereyanlarını dahada güçlendirebilecektir. haydi korkulan demeyelimde endişe yaratan diyelim, işte budur.

işte biz bu minval üzere oyalanıp giderken atı alan üsküdarı aşıyor her zamanki gibi.dün kürt bölgesi petrol bakanı Aşti Havrami londrada bazı açıklamalar yaptı. buna göre kürtler 2012 yılı için günde 1 milyon varil üretim hedefi koymuşlar. bu hedefi tutturabilmek için dış kaynaklı yatırım gerekiyor. dr.havrami ye göre kürtler gelecekte ırak petrol endüstrisinin adeta bir düğüm noktası olmayı planlıyorlar. bu amaçla yıl sonuna kadar 10 petrol arama izni vermiş olacaklarnış. dr.havrami şimdiden 6-7 kontratın masasının üzerinde olduğunu ve teknik ve finansman yönünden sağlıklı olan her teklifi ciddiyetle inceleyeceklerini söylüyor.

kürt petrolü devasa ırak rezervlerinin sadece bir kısmı. bu nedenle büyük petrol şirketleri bugüne kadar kürt bölgesindeki petrol havzalarına fazla ilgi göstermediler. çünkü  bunun güneydeki bölgelerde çok daha büyük işler almalarını engelleyebileceğinden korktular. bugün ırak günde sadece 2 milyon varil kadar ham petrol üretimi yapabiliyor. bı sınırlı üretimin nedeni uzun yıllar ambargolar nedeniyle sahalara gerekli yatırımın yapılamamış olması yanında eski sahaların tükenmeye yüz tutmuş olması. ırak da şu anda ispatlanmış 110 milyar varillik rezerv bulunuyor ayrıca ülkenin hiç araştırılmamış büyük bölgeleri beklemede. söylediğim gibi kürt bölgesinde üretim şu anda çok az. ancak tahminlere bu bölgede 12-45 milyar varil civarında petrol ve yaklaşık 3 trilyon metreküp doğalgaz bulunuyor.

ancak büyük oyuncuların çekingenliği devam ederse meydan bağımsız orta ve küçük boy üreticilere kalacak gibi görünüyor. şu anda BG group ve statoil yanında bazı çinli şirketlerde kürtlerle görüşmeler yapıyor. halihazırda türkiyeden genel enerji ve norveçli DNO gibi küçük firmalarınında aralarında olduğu 5 şirket kürt bölgesinde iş yapıyor. DNO firması tamamladığı bir boru hattının kerkük-yumurtalık petrol boru hattına bağlantısını bitirmek üzereymiş.

anlaşılan o ki kürtlerin tüm kuzey ırak petrol kaynaklarına hakim olma emeli bağdattaki yönetim tarafından engelleniyor. dr.Havrami mayıs ayı sonunda parlamentoda kabul edilmesini beklediği petrol kanunu sayesinde kürt, sünni ve şii bölgelerinin kendi kaynaklarına ait anlaşmaları kendilerinin yapacaklarını ama 15 küsur kişilik bir federal konseyin bu anlaşmaları onaylaması gerekeceğini söylüyor. petrol kanununun yürürlüğe girmesiyle dertlerinin biteceğini hesapladıkları aşikar.

Havrami sözlerini bitirirken ırak ın petrol ve gaz kaynaklarının gelirlerinin tüm ıraklılar arasında paylaşılması gerektiğini aksi halde barışın sağlanamayacağını söylemiş.

gözlerim yaşardı.

not: bu makalenin dün 23 martta yayınlanması gerekiyordu ancak bazı teknik problemler nedeniyle bugüne kaldı. her işte bir hayır vardır mı desem bilmem ama biraz evvel barzani ve talabani nin yaptıkları bir toplantı ertesinde kerkük referandumunun geciktirilmesinin söz konusu olmadığını açıkladıklarını duydum.

(bu yazıda sunduğum bazı bilgiler 23 mart tarihli the times dan alınmıştır). burada
 

norah jones SheMale mi?

norahbenim gibi favori müzisyeni nine inch nails/trent reznor olan bir adamın norah jones müziğine pek bayılmayacağını tahmin edersiniz herhalde. ama yinede onun kendine has stilini, güçlü tekniğini, derin sesini inkar etmek olanaksız. birde buna besteciliğini eklersek önümüze karşı koyulmaz bir başarı reçetesi çıkıyor. yetmedi, onu tüm imkanlarıyla destekleyen bir müzik yapımcı şirket ve uluslararası üne s ahip bir müzisyen aile. buna kim karşı koyabilirki.

işte size yıldız

şimdi şu “müzisyen aile” lafını biraz açmak istiyorum. benim yaşımdakiler hemen hatırlar beatles ve özellikle george harrison tarafından dünyaya tanıtılan hint sazı sitar ı ve sitar üstadı ravi shankar ı. ben o zamana kadar bu müzik enstrümanının varlığından haberdar bile değildim. insanın içini bayıltan tınısı ile orasına burasına bal kabağı görünüşünde resonatörler bağlanmış koskoca telli saz hepimizi şaşırtmıştı.
 
işte norah jones bu ravi shankar ın kızı oluyor. daha doğrusu ben öyle biliyordum. ama gazeteci-yazar hıncal uluç a bakılırsa oğlu da olabilir.

21 mart 2007 tarihli Sabah gazetesindeki köşesinden

Ertegün’ün elinden tuttuğu Norah Jones, İlhan’ın yanındaki 9 adamdan biriydi. Onu Ertegün ve Arif Mardin 20 milyon satan adam haline getirdiler.”  burada

görüldüğü üzere hıncal uluç norah jones için bir değil iki kez “adam” ifadesi kullanıyor. yazar yukardaki tırnak içindeki cümleleri aynı gazetenin yazarı balçiçek pamir in bir röportajından aldığını söylemiş. gidip bakalım neymiş.

20 mart 2007 tarihli Sabah tan

Örneğin Ertegün’ün elinden tuttuğu Norah Jones, İlhan Erşahin’in yanındaki 9 adamdan bir tanesiydi. Sonra onu Ahmet Ertegün ve Arif Mardin 20 milyon satan Jones haline getirdiler.”  burada

görüldüğü gibi yazar hıncal uluç alıntı yaptığı orijinal röportajdaki bir “adam” ifadesini yeterli bulmamış olmalıki ikinci cümleye bir tane daha ekleyip onu güçlendirmiş. (bu duruma yazının sahibi ne der onu bilemem)

norah jones a ait fotograflara bakıyorum oldukça cazip bir hanım gibi görünüyor bana. video klipleride cabası.

ben koskoca hıncal uluç tan daha mı iyi bileceğim abi.  norah jones SheMale dir.

yine bir Rum oyunu

doğrusu hiç şaşırmadım ülkenin başına eksikmiş gibi yeni bir uluslararası belanın daha sarılmış olmasına. bunu Kıbrıslı Rumlarının doğu Akdeniz de petrol aramak için sondajuluslararası ihaleye çıkmaları münasebetiyle yazıyorum. anlaşıldığına göre Rumlar bu konuda Mısır ve Lübnan gibi Akdenizde kıyısı olan diğer bazı ülkeleride yanlarına almışlar. Kıbrısın Türk bölgesini hiç kaale almadan adayı çevreleyen tüm denizlerin ekonomik açıdan kullanım hakkına sahip olduklarını iddia ediyorlar. her ülkenin haydi düşmanları demiyeyim rakipleri vardır onu çelmelemeye ayağını kaydırmaya çalışan onun yaşam alanına tecavüz etmeye kalkışan . hele yaşamın kaynağı ve sürdürücüsü enerji kaynaklarının yoğunlaştığı bir bölgede yer alıyorsanız bu duruma zaten alışmış olmanız gerekir. üstüne üstlük birde asırlarca hüküm sürmüş bir imparatorluğun mirasçısı konumundaysanız işiniz var demektir.

bütün bunlar doğru ama 70 milyonluk koskoca ülkenin nüfusu milyonu zor bulan uyduruk devletçiklerin oyuncağı durumuna düşmesi kolay kolay kabullenilebilecek şey de değil. yıllardan beri tekrarlar dururum düştüğümüz durumun baş müsebbibi Hariciye teşkilatıdır.  anlayamadığım şey bunca yüzyıllık bir dış ilişkiler geleneğine sahip koskoca ülkenin hemde geçirdiği bu kadar kötü tecrübelerden sonra hala aynı hataları yapıyor olması bir türlü silkinip Hariciye mekanizmasını esaslı bir reformdan geçirememiş olmasıdır.

asabımı bozan bir başka konu ise yarım asırdır ülkenin dış ilişkilerini kötüleştiren kadroların görevlerinden ayrıldıktan sonra her gün topluma akıl öğretmeye teşebbüs etmeleri ve kimseninde kalkıp iki laf etmeye cesaret edememesidir.

şimdi şu Akdenizdeki petrol konusunu ele alalım. Rumlar işleri pişirip kotarmışlar son raddeye getirmişler ve artık haber ayyuka çıkınca bizimkilerin haberi olmuş. bu gibi işler bir anda olmaz aylar hatta yıllar bile sürebilen teknik ve siyasi hazırlık çalışmaları vardır devletler arasında diplomatik heyetler gelir gider. pazarlıklar yapılır. yani Rumlar ilgili diğer ülkelerle uzun bir süre hazırlık çalışmaları filan yaptılar bizimkilerde belliki uyudular. eğer aksi olsaydı Rum tarafının daha ilk girişimleri, ilgili ülkeler nezdinde etkin bir çalışmayla bertaraf edilebilirdi ve bugün sağa sola gözdağı vermek zorunda kalmazdık. demek oluyorki Türkiye Kıbrıs Rum kesimi gibi yıllardır her fırsatta kendisine zarar vermeye çaba gösteren bir entitenin faaliyetlerini takip etmiyormuş. bu bir gaflet değilmidir bu kabul edilebilirmi?

şimdi işin en acı tarafını anlatacağım. biz bu filmi daha öncede görmüştük. 1970 li yılların ikinci yarısında Yunanistan bir kaç küçük teferruat dışında aynı planı Ege de uygulamaya teşebbüs etmişti. Önce kendi karasuları içinde bazı sondajlar yaptılar ve evzii bazı petrol bulgularıda elde ettiler hatta bu yerel bölgelerden bazılarını üretim amaçlı geliştirmeye aldılar. Yunanlıların bu çalışmaları Türkiyede büyük yankı yaptı. Ege de büyük petrol kaynaklarının bulunduğu konusunda şayialar yayıldı. abartılı haberler çıktı. zamanlamasını bugün tam olarak hatırlayamasamda hemen akabinde Yunanlılar Ege adalarınında “kıta sahanlığı” bulunduğu gerekçesiyle neredeyse tüm Ege denizinde yeraltı kaynaklarının kontrolunun kendilerinde olduğunu iddia ettiler ve bu bölgelerde uluslararası şirketlere arama yapma müsadesi vermeye kalktılar. bunun üzerine bizde sismik-1donanmamızı Ege ye sevk ettik ve ayrıca denizlerde başta petrol olmak üzere diğer doğal kaynakların araştırılması amacıyla jeofizik bilgiler toplayacak bir araştırma gemisinin inşasına başlandı. geminin (MTA Sismik-1) bitirilip Ege de denize açılmasıyla Türk ve Yunan deniz kuvvetleri arasında sıcak bir çatışmaya ramak kalan gerginlikler yaşandı. daha sonra sanıyorum uluslararası aracıların marifetiyle anlaşmazlık buzdolabına kaldırıldı. o zamandan beri geçen 30 yıllık sürede Ege de muazzam petrol rezervlerinin bulunduğu iddiaları gerçekleşmedi. MTA Sismik-1 gemisi Ege de TPAO ya ait ruhsat sahalarında epey araştırma yapmıştı. bahsi geçen araştırma gemisinin elektronik bilgi toplama sistemlerini kurduğumdan toplanan ham verileri değerlendiren uzman jeofizikçi ve jeologların bölge hakkındaki düşüncelerini kendilerinden işitme fırsatım oldu. araştırma yapılan bölgelerde onları deniz sondajı gibi pahalı bir yatırımı tavsiye etmeye yöneltecek veriler maalesef elde edilememişti. tabii biz o sırada ruhsat sahibi TPAO adına iş yaptığımız için topladığımız veri kayıtlarını onlara teslim ettik.

TPAO daha sonraki veri proses safhalarını kendi bilgi işlem merkezlerinde gerçekleştirdi ve gayet tabii bu konular firmaların çok gizli tuttukları ticari bilgiler sınıfına girdiğinden detaylı bir açıklama yapılmadı.

değerli okuyucular istatistik olarak heryerde petrol bulunma şansı olabilir. bu açıdan bakıldığında Taksim meydanında bile petrol olma ihtimali vardır. ama biliyorsunuz ekonomi tüm diğer konuların önüne geçiyor. can düşmanları bile iş paraya gelince can ciğer dost olabiliyor. şayet petrol fiyatlarının bu düzeylere geldiği bir ortamda Yunanlılar ve Türklerin elinde Ege de öyle milyar varillerle ifade edilecek rezervlerin bulunabileceği bilgisi olsaydı bugün emin olunuz birlikte fışkıran petrol altında göbek atıyor olurduk.

bu noktada sizlere bir “altın kural” dan söz etmek istiyorum.

çok deprem olan yerde petrol olmaz. zira kırılan tabakalar petrolün yeraltında saklanmasını sağlıyamaz. petrol olsa bile toprak içinde dağılarak kaybolur. ama istisnalarda kaideyi bozmaz. bazen yer kırıkları (faylar) petrol ün yeraltında depolanmasına bile sebep olabilir. bu yazıyı küçük çaplı bir petrol jeolojisi dersine dönüştürmeye niyetim yok. bu nedenle burada kesiyorum. diyeceğim şey şudur.

Ege de ülkeleri ihya edecek cinsten petrol rezervlerinin bulunamayacağını Yunanlılar pekala bilecek durumdaydılar ve bir takım şişirilmiş yanlış bilgiler yayarak Türkiye yi istedikleri ortama çektiler. belki Türkiye nin hangi durumlarda nasıl reaksiyon vereceğini öğrenmek onlar için önemliydi ve bunu başardılar.

şimdi bugüne gelirsek benzeri bir senaryo yeniden sahneye konuluyor. Rum/Yunanlılar Türkiyenin olaylara nasıl reaksiyon vereceğini eminim biliyorlar. yine doğu Akdeniz de büyük petrol yatakları olduğu şayiaları ortaya atılıyor. hatta yaklaşık 8 milyar varillik bir rezerv telaffuz ediliyor. 50 ile çarpsan 400 milyar dolar ediyor (bugün 500) ve Türkiye nin ağzı sulanıyor. ve aynı reaksiyoner tavır sergileniyor donanma güç gösteriyor, bakanlar hamasi nutuklar atıyor vs vs. inanamayacaksınız Türkiye (saygın medya kurumlarımızın yayınlarına itibar edersek) denizlerde petrol aramaları yapmak için araştırma gemisi temini için harekete geçiyor. teşbihte hata olmaz neredeyse 30 yıl öncesinin fotokopisini yaşıyoruz desem yalan olmaz. anlaşılan sıra Rumlarda şimdide onlar bize aynı filmi seyrettirecekler.

geobakınız size ne söyleyeceğim 1970 li yılların sonunda Arap petrollerini taşıyan jeolojik yapının bizim İskenderun bölgesi altında devam ettiği bu nedenlede ümitvar olduğu varsayımıyla MTA Sismik-1 gemisi Akdenizin bu bölgesinde jeofiziksel bilgiler topladı. bende bu sefere katılmıştım. İskenderun körfezinde demirdeyken yediğimiz dalgaların etkisinden bugün bile unutmam mümkün değil. topladığımız sismik bilgilerin ışığında hafızam beni yanıltmıyorsa  daha sonra denizde bazı sondajlar bile yapıldı. bu bölgede üretime yönelik saha geliştirme çalışmaları yapılmadığına göre sondajlardan olumlu bir sonuç çıkmadığı anlaşılıyor. gerek TPAO gerekse Enerji ve Tabii Kaynaklar bakanlığının elinde bilgiler vardır.

konu açıldığı için ülkenin uzun yıllardır maruz kaldığı dış kaynaklı bir yıkıcı psikolojik operasyona değinmeden geçemeyeceğim. yabancı istihbarat servisleri halk arasında Türkiyenin akla hayale sığmayacak zenginlikte yeraltı kaynaklarına sahip olmasına rağmen iş bilmezlik hatta kötü niyet nedeniyle fakir bırakıldığı inancını yaymaya çalışmaktadır. bunun esas amacı halkın rejime karşı olan güveninin zayıflatılmasıdır.

bir yan etkisi ise hazır kaynakları satarak geçinme beklentisini yerleştirerek halkta ekonomiyi geliştirerek zenginleşme düşüncesini etkisizleştirmektir. ancak ne yazıkki ülke içinden bazı gruplarda değişik nedenlerle bu tür faaliyetlere ortak olmaktadır. kendini ülke çıkarlarını yakından koruduğu zehabına kaptırmış mahfiller yabancı entelijans servislerinin değirmenlerine su taşımaktadır. yukarda değindiğim zararlı faaliyetlerin petrol konusundaki yansımalarının başını petrol şirketlerinin Türkiyede petrol ulmalarına rağmen kötü niyetle kuyuları kapattıkları iddiası gelir. bu iddiaları doğrulamak içinde Anadoluda arama ruhsatı verilmiş bölgelerde bulunmuş bazı vatandaşların anlattıkları hikayeler kullanılır.

gerçektende bu gibi bölgelerde atıl durumdaki pek çok sondaj kuyusu ile karşılaşmak mümkündür. bir kere arama kuyularında petrole rastlama oranı “on” da “bir” mertebesine kadar düşebilir. bu nedenle sonuçsuz kalmış pek çok eski sondaj mahalline rastlamak çok doğaldır.

ikincisi bir kuyuda petrole rastlanması o kuyunun bulunduğu bölgenin üretime açılacağı anlamına gelmez. arama sondajı yapılan bir kuyuda uzmanlar 7/24 sondajdan elde edilen malzeme ve ölçüm sonuçlarını incelerler. petrol izine rastlanmışsa uzmanlar alınan örnekleri analiz ederler. bu çalışmaların sonunda kalite saptanır. bir başka altın kural olarak söyleyeyim alınan petrol örneği ne kadar akışkan ise ve ne kadar az kükürt ihtiva ediyorsa kalitesi o kadar artar.  yani piyasada daha yüksek fiyat bulur. uluslararası petrol jargonunda bu durum “light” ve “sweet” olarak ifade edilir. düşük viskozite “light”, az kükürt “sweet” tanımlarını getirir. örnekler bu özelliklerden uzaklaştıkça “heavy” ve “sour” ünvanları kazanır.

iş bu kadarlada kalmaz tabii. petrol örneğinde çok farklı başka katışık maddelerde  bulunabilir. mesela bazı durumlarda karbon dioksit çıkabilir. kükürt gibi bu maddelerde petrol ürünleri tüketiciye sunulmadan önce ayıklanmalıdır. bu iş için rafinerilerde enerji harcanır ve maliyet etkilenir. yüksek viskozite açıkça görüldüğü şekilde ham petrolün  nakledilmesinde  zorluk çıkarır ve bu şekilde maliyetleri yükseltir. bir bölgede üretime geçilme kararının verilmesinde etkili bir başka faktör petrolün ne kadar derinde bulunduğudur. zira üretim kararı verildiğinde açılacak üretim kuyularının maliyeti derinliğe bağlı olacaktır. ve belkide en önemli faktör rezerv büyüklüğüdür. orada bütün yatırım maliyetlerini karşılayacak kadar çok petrol olmalıdır. rezerv miktarının tayininde bölgede başka arama kuyularınında açılması gerekebilir. bunlarda extra maliyet getirecektir. bu saydıklarım petrol izine rastlanmış bir arama bölgesinde üretime geçmek için ele alınan kriterlerin belli başlılarıdır. bu değerlendirmelerin sonunda ruhsat sahibi firma kuyuyu kapatma kararı alabilir.hiç şüphesiz firma arama neticeleri ile ilgili her türlü bilgiyi devletin yetkili makamlarına teslim eder ve onlar orada arşivlenir. daha ilerki yıllarda değişen ekonomik ve teknolojik şartlar bu bölgede üretim yatırımını cazip hale getirebilir.

ancak bir varil petrol üretmek için bir varil veya daha fazla petrol tüketilmez.

pekala şimdide duruma ters açıdan bakalım. diyelimki bir firma çok değerli bir petrol havzası keşfetti ama şu veya bu nedenle bunu gizli tuttu ve üretime geçirmedi. bu firma lanetlenmelimidir. bana sorarsanız maksadı ne olursa olsun kutlanmalıdır. ülkemizi kimseye peşkeş çekmeyeceğimize göre bu yeraltı zenginliğimizi bizden kimse alamaz. tüm fosil enerji kaynakları dünyamızın yüz milyonlarca yıl boyunca güneş enerjisini yoğunlaştırıp biriktirmesiyle oluşmuştur. bu kaynaklar sadece bize ait değildir. bizden sonra bu topraklarda yaşayacak nesillerede aittir. enerji kaynaklarının bugün sorumsuzca har vurup harman savrulmasındansa yarın daha akıllıca kullanmak üzere saklanması çok daha hayırlı olacaktır. insanlık için.

unutulmaması gereken çok önemli bir gerçek var. günümüzün 6,5 milyarlık insan nüfusu dünyanın taşıma kapasitesinin kat kat üstüne çıkmıştır. bu yapay durumu ucuz ve bol fosil yakıt tüketerek sürdürebiliyoruz. yakın bir gelecekte bu kaynakların tükenmeye yüz tutmasıyla neler yaşanacağını öngörmek için kahin olmak gerekmez.

sözlerimin sonuna geldiğimde iki ana noktayı bir kere daha vurgulamak istiyorum.

1-kaynak tüketimi konusunda ülkemizde bir zihniyet devrimi yapılmalıdır.

2- Dışişleri/Hariciye cin gibi bir bağımsız dış istihbarat örgütüne kavuşturulmalıdır.

Hariciyenin kendi yapısıda sülalelerin boyunduruğundan arındırılmalı ama bu yapılırken ağırlık taşıyan kadrolar köylülerle doldurulmamalıdır.(bu son ifadem için kimse kusura bakmasın biraz düşünülünce ne kastettiğim anlaşılacaktır)

yukarda serdettiğim fikirlerimin ülkemizin yararına sonuçlar doğuracağına samimi olarak inanıyorum.

kral çıplak (mı?)

graphene

dünyanın en ince malzemesi Manchester Üniversitesi ve Max Planck Enstitüsü işbirliğiyle üretildi. adı geçen malzemeye verilen bilimsel isim Graphene. onu “kumaş” olarakta adlandıranlar var daha doğrusu “nano-kumaş” diyorlar. tekrar bir açıklama yapayım açıklamanın açıklaması oldu ama “nano-fabric” deniyor. herhalde Türkçede kumaş dersek bir zararı olmaz di mi.

kumaşımızın nasıl bir maddeden oluştuğunu aslında adı ele veriyor. “graph” diye başlıyor ya “graphite/grafit” gibi. hani şu kurşun kalem malzemesi. yani “karbon”.

kumaşımızın yapıldığı malzemeyi öğrendik şimdi geldik en önemli özelliğine yani “incelik”. ne demiştik “dünyanın en ince malzemesi”. hatta şunu söyleyeyim bundan daha ince bir malzeme yapılamaz. çünkü Graphene kumaşın kalınlığı 1, yazı ile (bir) karbon atomu kadar. bahse mevzu boyutları gözümüzde canlandırabilmemiz için çoğunlukla kullanılan bir mukayese metoduna başvuralım. bende bu bilgileri aldığım kaynakların yalancısıyım bunlara göre kumaşımızın kalınlığı (veya inceliğide deyin isterseniz) insan saçının kalınlığının 200,000 de biri. tabii şimdi diyebilirsinizki eğer boyutları karbon atomundan daha küçük atomları benzer şekilde bir arada tutabilecek olsak kumaşımız daha ince olmazmı. cevabı sizlere bırakıyorum.

aslında bu malzeme çok yeni bir şey değil. 5-6 yıl önce ABD nin Georgia Üniversitesinde bir profesör bu malzemeyi oluşturuyor ve o günden beri değişik araştırma merkezlerinde üzerinde çalışmalar sürüyor. burada haklı olarak o zaman bunun ne gibi bir haber değeri var kardeşim diyebilirsiniz.

mesela şu arkadaşlar, bu güne kadar bir karbon atomu kalınlığında üretilen film (veya kumaş) ancak bir başka malzemenin üzerinde tutulabiliyor(muş)du. The Times, haberinde girişte adını verdiğim araştırmacılar  ilk defa olarak bu malzemeyi “altın” destekler kullanarak “asmışlar” diyeyim. ne işe yarayacağını sorarsanız benim edindiğim bilgilere göre bir kere “chip” teknolojisine acaip faydası olacakmış. bu günkünden çok yüksek hızlarda çalışabilen “chip” ler yapılabilecek çünkü karakteristikleri çok uygun. birde bugün kullanımda olan “chip” üretim sistemleriyle uyumlu bir teknoloji. (laf arasında teknik konulara biraz daha vakıf arkadaşlar için bir yerde rastladığım bir bilgiyi ileteyim. şimdilik transistör kaçak akımları pek kabul edilecek seviyelerde değilmiş. hımm..). bir başka önemli uygulama alanının ilaç endüstrisi olacağını duydum. ama eminimki uygulama alanları hızla çoğalacaktır.

her neyse lafı fazla uzatmayayım ciddi değeri olmayan konular The Times baş köşesine kolay kolay gelmez. burada okuyabilirsiniz.

bakınız kumaş filan derken ne aklıma geldi. meşhur hikayedir bilirsiniz. hatta hikayenin en can alıcı sözü “kral çıplak” adeta bağımsızlığını kazanmıştır. acaba Graphene den dikilmiş bir giysiyi çıplak gözle görmek mümkün olurmuydu. hikayede terzilerin krala aptallar tarafından görünmez diye yutturdukları söylenen kumaş Graphene olmasın sakın. belkide Erich Von Daniken in üstün medeniyete sahip uzaylı ziyaretçileri bir uğradıklarında kralın terzilerine şu nano-teknoloji işini öğretivermişlerdir ne dersiniz.

biraz abarttım galiba ama bilim konuları kuru kuru sunulunca insanı bayıyor doğrusu.

Donanmaya duvar yazısı

gün geçmiyorki Amerikan silahlı kuvvetleri yeni bir utanç verici duruma düşmesin. hazin bir manzara. müttefik diye bellediğimiz, içinde bulunduğumuz Batı bloğunun hamisi, lideri bu mu diye düşünüyor insan.

Irakta baldırı çıplak Arap çocukları Amerikanın karşı koyulmaz olduğu varsayılan  hava üstünlüğünün timsallerinden en ileri teknolojilerin ürünü helikopterleri sinek gibi avlamaya başladılar farkındaysanız. sırası geldikçe uçak filanda indiriyorlar.

beni bu yazıyı yazmaya iten husus haber ajanslarında bugün okuduğum bir haber. habere göre İran devrim muhafizlarından bir tim Basra körfezindeki bir Amerikan savaş gemisine çaktırmadan yaklaşıp gövdesine Devrim Muhafızlarının logosunu işlemiş. gelinde kahkahalarla gülmeyin.

tamam tamam haber henüz güvenilir kaynaklarca onaylanmış değil. BBC bir İranlı askere atfen yazmış bunu sitesinde. zaten eğer haber doğru olsa bile Amerikalıların bunu onaylamasını bekleyebilirmiyiz bilmiyorum. ama her halükarda pek çok kişi bunun doğruluğuna inanabilir ki bu da Amerikalılar için başlı başına utanılacak bir durumdur.

eldeki bilgilere göre İranlıların elinde Rus yapımı Kilo sınıfı denizaltılar bulunuyor. söylentilere göre bu dizel-elektrik denizaltılar dünyanın en sessiz denizaltıları. denizaltılar arası bir güzellik yarışmasındamı kazanıldı bu ünvan derseniz itiraf edeyim verecek bir cevabım yok.

belki merak eden çıkacaktır bu “sessiz” lafı da nereden çıktı diye. (Yahya Kemal in meşhur şiiri değil ‘sessiz bir gemi kalkar bu limandan” vs vs) bilenler kusura bakmasın, civarda denizaltıların varlığını ele veren en önemli ipucu onlardan yayılan mekanik kaynaklı gürültü. bir taraf hassas algılama teknikleriyle dinleme yaparken karşı taraf titreşim yaratan kaynakları en aza indirerek varlığını gizlemeye çalışır. işte bu önlemlerden biri su içinde itici güç sağlamak için elektrik motorları kullanmaktır. bu motorlar gerektiğinde içten yanmalı motorlarla şarjedilen bataryalardan sağlanan enerji ile sürülür.  bu tür denizaltıların dizel motorlarının ihtiyacı olan hava nedeniyle sıklıkla yüzeye çıkmaları gerekeceğide aşikardır.

diğer taraftan Basra körfezinde deniz suyunun fiziksel özellikleri (sıcaklık, tuzluluk vs.), yoğun tanker trafiğinden ötürü gürültü gibi etkenlerden yararlanarak sessiz bir denizaltının sezilmeden Ameriken savaş gemilerine yaklaşması ve dalgıçlarla bu işi başarması imkan dışı değildir.

ancak daha önceki yazılarımda belirttiğim şekilde iki Amerikan donanma saldırı grubunun cirit attığı bir bölgede gereksiz bir tahrik binlerce yıllık tecrübesiyle İran devletine yakışmıyor. eğer yapıldı ise bu onların içinde bir aşırı ucun marifeti olabilir.

zaten gözünün üzerinde kaşı var demek için fırsat kollayan bir güce geçerli mazeret sağlayacak yarım akıllılara Tonkin körfezini, Saddam ın başına gelenleri hatırlatırım.

http://news.bbc.co.uk/2/hi/middle_east/6356971.stm